Her şey bundan iki yıl önce küçük bir tur gemisinde işe
girince başlamıştı. Beklediğinden daha büyük bir değişiklikti
bu doğrusu. Limanda demirlemiş teknelerin bakımını yapmakla,
sürekli seyir halinde olan bir gemide çalışmak birbirinden farklı
şeylerdi. Mutluydu. İyi para kazanıyor, dilediğince gezemese bile
bir sürü yeni yer görüyor, fırsat buldukça etrafı da
dolaşıyordu. Yüz yirmi günlük dünya turuna çıkan başka bir
gemiden teklif aldığında üzerinde fazla düşünmemişti. Daha
iyi bir fırsat yakalaması zordu. Hele de işe yeni girmiş biri
iseniz. Her şey fazlasıyla güzel başlamıştı. Daha önce
çalıştığı geminin neredeyse on katı olan yeni gemideki
imkanlar diğeri ile mukayese edilemeyecek kadar iyiydi. Yolculuk
İtalya’dan başladı. Önce Akdeniz, ardından Atlantik ve Amerika
kıyıları. Turun üçte birlik kısmı su gibi geçmiş, limansız
geçecekleri en uzun menzil olan Pasifiğe açılmışlardı. İlk
birkaç gün çarşaf gibi denizde ilerlediler. Geceleri binlerce
yıldız eşlik etti yolculuklarına. Birkaç balina gördüler.
Sonra beklenmeyen bir şey oldu. Hava raporlarında nispeten hafif
geçecek diye beyan edilen fırtına hiç kimsenin tahmin edemeyeceği
kadar şiddetlendi. Limanda demirli haldeyken devasa görünen gemi
dalgaların arasında ufacık kalmıştı. Bir saat kadar ilerlediler
dalgalarla boğuşarak. Kaptan fırtınanın içinden geçebileceğini
düşünmüştü muhtemelen. Fakat denizin; her zaman olduğu gibi,
başka planları vardı. Tahliye için acil koduyla bildirim yapıldı
bir süre sonra. Yakın gemilere kurtarma için mesajlar gönderildi.
Ancak her şey için geç kalınmıştı.
Gözünü açtığında
neler olduğunu tam olarak hatırlayamıyordu. Gemi yan yatmaya
başladığında koridorda düşmemek için uğraşıp koşmaya
çabalıyordu. Yüzüne vuran suyun darbesini hatırlıyordu velakin
sonrası karanlıktı. Nasıl olup da o gemiden çıktığına ve
kıyıya ulaştığına dair en küçük fikri yoktu. Pasifiğin
ortasında, yapayalnız bir adadaydı artık. Bunu anlaması çok
uzun sürmemişti. Öyle tuhaf bir durumdaydı ki gerçek olduğunu
kabullenemiyordu. Kıyıya vurmasının beşinci gününde; akşam
üstü sahilde oturmuş batan güneşe bakıp birilerinin onu
kurtarmasını beklerken, ufukta sürüklenen kurtarma botunu fark
etmişti. Boş gibi görünüyordu. Bu mesafeden, sanki farklı
görünebilirmiş gibi. Boğazını çatlatana kadar bağırdı botta
birilerinin duyması umuduyla. Sesin gidip gitmeyeceğinden habersiz.
Umut işte. Sonra nedensiz denize atlayıp yüzmeye başladı bota
doğru. Bunu neden yaptığını daha sonraki aylarda çok düşündü.
Fakat hiçbir neden bulamadı. Orada boğulabilirdi. Mesafe uzundu ve
bota vardığında neredeyse gücünün tamamını kullanmıştı.
Ancak o gün yüzmeseydi İdil’i bulamayacaktı. Baygın haldeki
kazazedenin adını bilmiyordu o zaman tabi. Botu kıyıya döndürmeyi
başardığında vakit bir hayli ilerlemişti. Fakat sonunda
başarmıştı.
İdil’i ilk
gördüğü andan, şu ana kadar giderek artan bir aşkla sevmişti.
Onun kadar güzel ve bilgili bir kadını hayatı boyunca görmemişti.
Bir çok ülkeyi gezmişti İdil. Çok iyi okullarda okumuştu. Çok
zengindi. Çok eğlenceliydi. Bildiği her şeyin ötesindeydi. Adada
geçirdikleri bir yıla yakın süre aralarındaki mesafeleri yok
edip birlikte olmalarını sağlamıştı. Aksi bir durumda asla
gerçekleşmeyecek olan bir rüyanın içindeymiş gibi hissediyordu.
Geçen her gün bir önceki günden daha güzeldi artık. Ada
ihtiyaçlarını karşılayacak kadar büyük, diğerlerinin onları
bulamayacağı kadar küçüktü. Suat’ın da kurtarılmak veya
adadan kurtulmak için bir isteği yoktu. Ancak İdil’in isteği
doğrultusunda; adanın dört tarafına, dumanla mesaj verebilmek
için yakmaya hazır odun biriktirmişti. Yapabilecekleri tek şey.
Bir iki kez tekne yapıp denize açılmayı önermişti İdil. Önünde
sonunda birilerine rastlayacaklarını söylemişti ama adadan
kurtulmak isteyen biri için bile delice bir plandı. İkna etmeyi
başarmıştı her seferinde. Ve orada kalmışlardı.
Yedinci veya
sekizinci ayda; tarihinden çok emin değildi doğrusu, adanın
arkasından geçen ilk gemiyi görmüştü. Gemi millerce uzakta
olmasına rağmen korku içinde çalıların arkasına saklanmış,
gözden kaybolana kadar kıpırdamadan izlemişti. Geri dönmüştü
sonra İdil’in yanına. Konudan tek kelime bile bahsetmeden. İkinci
gemiyi bir ay sonra, üçüncü gemiyi de onun ardından gelen ikinci
haftada görmüştü. Sonra bunun düzenli devam eden bir tekrar
olduğunu fark etmişti. Gemiler her altı günde bir aşağı yukarı
aynı uzaklıktan ve aynı mevkiden geçiyorlardı. Sabahın erken
saatlerinde geçmeleri en büyük avantajıydı. İdil her şeyi terk
etse de eski alışkanlığı olan geç kalkma huyunu terk etmemişti.
Her altı günde bir, büyük bir özen ve dikkatle İdil’i gece
geç saatlere kadar uyanık tutmaya, onu da yapamazsa kurdukları
barakadan uzaklaştırmamaya çalıştı. Tek istediği rüyasına
devam edebilmekti.
Siz ne kadar plan
yaparsanız yapın hayatın hep ayrı planları vardır. Her şeyi
unuttuğu ve sabaha kadar seviştikleri gecenin sabahı tam da
altıncı güne denk geliyordu. Hiç yapmamasına rağmen kahvaltı
için bir şeyler toplamaya karar veren İdil; yengeç topladıkları
sahile, adanın arkasına gitti. Çığlıklarla uyandığında ne
olduğunu anlamaya çalıştı Suat bir süre. Adada yırtıcı
hayvan yoktu. Sonra… sonra… kelimeleri seçebildi yarım yamalak
kendine geldiğinde.
“Gemi… Gemiyi
gördüm Suat. Sonra ateşleri yaktım”. Nefes nefeseydi İdil.
“Hepsini yaktım… Gördüler bizi galiba. Bir siren sesi
duyduğumdan eminim. Görmüş olmalılar…!”
Dumanlar
yükseliyordu adanın dört bir tarafından gök yüzüne. Ve
yanılmıyordu İdil, görmüşlerdi onları. Önce bir tekne,
ardından gemiye alındılar. Haber çok kısa sürede dört bir yana
yayıldı. Beş günlük yol vardı önlerinde. İdil’in arada bir
bahsettiği Gökhan aradı ikinci gün gemiyi. İdil’i hiç o kadar
mutlu görmediğini düşündü. Dedikleri gibi beşinci gün limana
vardılar. Sahilde devasa bir kalabalık ve basın ordusu. Onları
bekliyorlardı heyecanla. Karaya ilk ayak bastıklarında önlerinde
onlarca gazeteci ve kameraman. Biri mikrofon uzattı aralarından.
Gazetecilere daha yakın olan İdil’in tam önünde.
“İdil Hanım,
nasıl hayatta kaldınız”
“Suat sayesinde”
dedi İdil gülümseyerek, “Onun arkadaşlığı ve dostluğu
sayesinde”
Annesi çıktı
kalabalığın arasından sonra. Suat büyük bir mutlulukla sarıldı
ona. Babasını hayatı boyunca ilk kez ağlarken gördü orada.
Sonra her şey hızlandı. Gökhan, gazetecileri yardı ve İdil’e
sarıldı. “Dostluğu ve arkadaşlığı”…
İki kez daha gördü
İdil’i. Röportaj için bir araya getirdiler onları. Gözlerine
bakıp bir şeyler söylemek istedi laf arasında. Onu ne kadar
sevdiğini ve özlediğini söylemek. İdil ise ayrı bir insanmış
gibi. Evlerine davet ettiler bir kez de. Akşam yemeği için.
Gitmedi. O günün ardından hiçbir yere gitmedi ve yaşadığı
hikayeyi hiçbir yerde anlatmadı. Tek bir gün bile. Ve asla o ismi
ağzına almadı…