Vasiyet

Yakında
gideceğim buradan” dedi dedesi uzandığı yatağından. Epeydir
hastaydı ve son günlerde durumu giderek ağırlaşıyordu. Bir iki
gündür bilinci gidip gelmeye başlamıştı. Vakit buldukça
dedesinin evine geliyor, onunla ya da evdekilerle vakit geçiriyordu.
Dedesi yatakta doğrulmaya çalışınca ona yardım için kalktı.
Yastığını katlayıp sırtına destek verdi. Tebessüm eden dedesi
uzanıp elini tuttu. Derin bir nefes alarak zar zor konuşmaya
başladı.
Şimdi
anlatacaklarımı dikkatle dinle. Vaktim az, bir kez daha anlatabilir
miyim bilmiyorum. Yukarıda, çatı katında eski bir sandık var.
Kitapların durduğu kolilerin arkasında. Anahtarı mavi ceketimin
cebinde duruyor. Sandığın içinde bir kutu bulacaksın. Açık
kahve, sarıya çalar. Onu alıp içindeki zarfta yazılı olanları
harfiyen yap. Sana vasiyetim budur”
İyileşince
beraber çıkarız dede. Ne demek vaktim az” dedi zoraki
gülümseyerek. Gördüğü şeyin söyledikleriyle mutabık olduğunu
biliyordu. Öyle söylemesi icap ediyordu sanki. Öyle olmasını
istiyordu. Olmayacağını bilse de.
Başka
bir yerde, başka bir zamanda. Fakat burada vaktim doldu artık.
Şimdi biraz uyuyacağım, dinlenmem lazım. Bana yardım et de
uzanayım ve dediklerimi unutma. Söz ver bana”
Yerinden
kalkıp dedesine yardım ederken, “Elbette söz dede, söylememe
gerek var mı ki. Hele sen bir uyuyup dinlen de konuşuruz sonra
yine” dedi.
İnşallah
evlat” dedi dedesi, “Birazcık uyuyayım da sonra”


Dedesi
gözlerini kaparken ağır adımlarla odadan çıktı. Evdekiler
salonda oturmuş bir şeyler konuşuyorlardı. Beklenen ölümün
ağırlığı. Annesi onun peşinden dedesine bakmak için odaya
girerken bir şey demeden dışarı çıktı. Doğruca evine gitti. O
sessiz beklentiye dahil olmak istememişti.


Ertesi
sabah dedesinin ölüm haberini aldığında hiçbir şey hissetmedi.
Beklediği bir şeyi duymaktan ibaretti sanki. Telefonu kapattıktan
sonra uzunca bir süre boşluğa bakıp eski günleri düşündü.
Takip eden günlerde taziye ve o bildik sıkıcı işlerle uğraştı.
İlk anda hissetmediği kaybın etkisi giderek belirgin hale
gelmişti. Bir gece evine dönmek için kapıdan çıkarken dedesinin
vasiyeti aklına geldi. Verdiği sözü yerine getirmeliydi. Kapıyı
kapatıp yukarıya, dedesinin odasına çıktı. Anahtar dediği
yerde, mavi ceketin cebindeydi. Çatıya çıkıp tam olarak
söylediği yerde de sandığı buldu. Açıp sarı kutuyu aldı.
İnce tahtadan, el işi bir kutuydu. Dikkatle kapağını kaldırıp
içine baktı. Eski, siyah beyaz fotoğraflar. Kim olduklarını
bilmiyordu. Bazıları o kadar eskiydi ki fotoğrafın ilk icat
edildiği zamandan kalmış gibiydi. Çevirip birkaçının arkasına
baktı. Fotoğraftakilerin sırasına göre isimler yazılmıştı.
Zarfı alıp açtı. Dedesinin el yazısıydı.
Daha
iyi bir hayat için bu şehre geldiğim ilk günlerdi. Henüz
hiçbiriniz dünya üzerinde değildiniz. Bir tanıdık göndermişti
beni Süheyl Beyin yanına. Yaşlı, beyefendi bir adamdı. Eski ve
köklü bir ailenin son kalan ferdi. Her işine yardımcı oldum.
Zamanla çalışan-patron ilişkisinden çok abi-kardeş haline
dönüştü ilişkimiz. Birkaç yıl sonra sağlığı aniden
kötüleşmeye başladı. Bir türlü ne olduğunu bulamadı
doktorlar. Şeker, romatizma, verem… bir sürü teşhis koyup, bir
sürü ilaç verdiler. Hiçbiri işe yaramadı. Bir gün veranda da
otururken yanıma geldi. Zar zor yürüyebiliyordu, hastalığın son
zamanları. Gümüş tablasını çıkarıp bir sigara yaktı. Çok
uğraşmıştı doktorlar bırakması için ama nafile. Mayıs
ayıydı, akşam üstü. Karşıda çiçek açmış meyve ağaçları,
bir bülbül sesi. Şu an bile sesi kulağımda. “Sana bir
vasiyetim var evlat” dedimişti Süheyl Bey, “Daha doğrusu bir
rica”. Ne güzel bir akşam üstüydü. “Emir sayarım, rica ne
demek” deyince gülümsemişti. “Geriye bir tek ben kaldım
Namık. Bu bahar akşamında hayal etmesi bile zor ama sonbahar
yaprakları gibi döküldüler birer birer. Bu da bizim ailenin
laneti imiş”. Sigarasından derin bir nefes çekip birkaç kez
öksürdü. O an hissettiğim acıyı tarife kelimeler kifayetsiz.
“Zafer dolu günlerim geride kaldı. Etrafımdakiler birer birer
azalırken gençliğin gücü ve hayalleri ile doluydum. Bilirsin,
gençsin ne de olsa. Şimdi onları anacak benden başka kimse
kalmadı. Ve onca yıl ve insan nereye kaybolup gitti, bilmiyorum.
İçeride bir tahta kutu bulacaksın, odandaki yatağın üstüne
koydum…”
Bunu
okuduğunda dönüp kutuya baktı. Az önce kutunun yanına koyduğu
fotoğraflardaki yüzler çatı katının loş ışığında ona
bakıyordu. Okumaya devam etti.

İçinde ailemin fotoğrafları var. Birilerinin onları hatırlaması
lazım. İster batıl inanç, ister saçmalık de, kimse onları
hatırlamazsa işte o zaman gerçekten ölecekler gibi geliyor.
Senden başka kimsem yok. Ve benden sonra onları hatırlayacak kimse
de…”. O günden sonra Süheyl Bey fazla yaşamadı. Kendisi
bırakmamıştı ama kutuya onun fotoğrafını da koydum. Yapman
gerekeni anlamışsındır. Sen zeki bir çocuksun. Bizi de
unutmayasın. Gözlerinden öperim, deden.”

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir