Sağ ve Sol

Belediyenin bile unuttuğu
eski sokağın, mukimlerinin daha çok parasız ve bekarlardan
oluştuğu eski apartmanın köhne mutfağında, “Altmış yaşında
bir adamın kendi yemeğini hazırlamasında asil bir taraf yoktur”
diye mırıldandı. Akşam yemeği için hazırladığı yumurtaların
üstüne az önce son parasını vererek aldığı sucuğu ince ince
doğradı. Epeydir heves ettiği sucuğun o bildik kokusu mutfağı
doldururken ağzı sulandı. Buraya taşınalı iki yıl olmuştu. Ne
ev sahibini, ne de komşularından birini tanımıyordu. Fakirlerin
oturduğu yerlerde samimiyet olduğuna inanır bazıları ama bu en
büyük yalanlardan biridir. Samimiyetin parayla ilgisi yoktur.
Tükenmez kalemle beyaz bir kağıt üstüne yapıştırılan ilanı
görüp girmişti buraya. Aşağı yukarı günün her saatinde; her
nedendir bilinmez, neredeyse kimsenin geçmediği yorgun sokağa
bakan penceresinin önünde oturan Kamuran Teyze’ye sormuştu bu
daireyi. Sonrası bildik şeyler işte. Üç beş parça eşyasını
taşıyıp yerleşmişti yeni evine. Orta boyluydu. Dökülen
saçlarından geriye tepesinde birkaç tane yadigar kalmıştı.
Onları da arkaya doğru tarıyordu. Yıllardır ringlerde geçen
hayatından miras, dümdüz olmuş bir burnu vardı. Yumruklar
altında ezile ezile daha da bir büyümüştü sanki. Sporu bırakalı
uzunca bir zaman olmasına rağmen gençliğinde yaptığı
antrenmanların izleri hala duruyordu. Hani beyaz saçları ve
yüzündeki kırışıklar yaşını belli etmese o vücut daha genç
birine aitmiş gibiydi. Her iki kaşı defalarca açıldığından
onlardan geriye bir şey kalmamıştı. Küçük siyah gözleri her
zaman parlak ve güçlü bakardı ama. Ne olursa olsun, her zaman…

Pişen yumurtayı
ocağın üstünden alıp iki kişilik masasının yanında duran tek
sandalyeye oturdu. Daha amatör olarak ringlere çıkmadan evvel gücü
ve hızıyla tanınmıştı. Orta sıklette dövüşmüştü hep.
Başladığı andan, artık maç ayarlayamayıp sporu bıraktığı
ana kadar. Daha on dokuzunda milli takıma girmiş, bir yıl sonra da
ilk ve son gümüş madalyasını almıştı. Sonra bir menajer
gelmişti yanına. Tek amacı spor yapmak ve madalyalar kazanmak olan
bir gencin kafasını çelmek kolaydı. Menajer de fazla
zorlanmamıştı doğrusu. Almanya’ya götüreceğini söylemişti
onu. Hızı ve yeteneği ile kısa zamanda orta sıklet dünya
şampiyonu olabileceğini de… kısaca işini iyi yapmıştı adam.
Ailesinden geriye kalan tek kişi olan annesi itiraz etmişti
gitmesine ama parayı duyunca çok da ses çıkaramamıştı.
Fakirlik öyle bir şeydir, parayı duyunca gurbet bile yakın gelir
bazen. Oraya gittiklerinde menajer dediği gibi birkaç maç
ayarlardı hakikaten. Para kazandı. On bir nakavt, sıfır
mağlubiyet. Rakipleri üçüncü raundu görememişti bile. Sonra
kokain geldi ve kadınlar. Eğlence hayatı ve pahalı zevkler.
Onları yenmenin ringde birini yenmekten çok daha zor olduğunu fark
edemedi başlarda. İyi hissediyordu, hem de hiç olmadığı kadar.
Mağlubiyetler geldi ardından. Karşısına çıkan herkesi
yenebilirdi. Her birini daha ilk rauntta yere serebilirdi ama
bacakları onu taşıyacak durumda değildi. Zihni ringden çok daha
başka yerlerde, ayılma uğraşındaydı. Toparlanamayan her
boksörün yaptığını yaptı, ayarlamış maçlara çıkmaya
başladı. Madem para için dövüşmüyor muydu, o zaman kendisini
zorlamanın ne manası vardı. Önce kendini sonra da kendisine olan
saygısını kaybetti. Geriye döndüğünde beş parasız kalmış,
yaşlı bir sporcuydu. Çok eğlenmiş, çok kadınla yatmış, çok
yer gezmişti ama kendine olan saygısı yoktu artık.

Dünden kalan bayat
ekmeği pişirdiği yumurtayla beraber mideye indirmişti. Kirli
hayatından geriye kalan tek şey sigaraydı. Para verip paket
alamıyordu ama. Tütün alıyor, ucuz sigara kağıtlarına sarıp
içiyordu. Uyarıcıları, alkolü bırakmıştı. Eh artık
kadınların da onunla ilgilendiği söylenemezdi. Canı çay istedi
ama evde yoktu. Son kalan çayı dün demlemişti. “İşe gidince
Salih’in gececi kahvesine uğrar bir tane içerim” diye mırıldanıp
sigarasını içi izmarit dolu kül tabağına bastırdı. Bir
otoparkta gece bekçiliği yapıyor, gelen olursa arabalarını park
ediyordu. Hemşehrisi Ali ayarlamıştı bu işi. Ne zaman yanına
gelse eskiden nasıl iyi bir boksör olduğunu bağıra bağıra
anlatır onu utandırırdı. Ancak iyi adamdı Ali, severdi onu.
Sadece var olsun diye oraya konduğu belli olan ve neredeyse bir
tarafından bakıldığında diğer tarafını gösterecek derece
ince tahtadan yapılmış kapısını kilitleyip köhne merdivenlere
yöneldi. Her zaman olduğu gibi apartmanın içinden bağırtılar,
televizyon sesleri ve sessiz hayal kırıklıklarının eşliğinde
aşağıya inip yola çıktı. Pırıl pırıl bir bahar gecesiydi.
Tabakasından bir sigara daha çıkarıp yaktı. Karnı toktu, hava
güzeldi, eh bir keyif sigarası daha içebilirdi pekala. Ne zaman
döşendiğini yapanların bile unuttuğu kırık dökük kaldırım
taşlarından aşağı, ana caddeye doğru yöneldi. Çalıştığı
otopark uzak sayılmazdı. Fakir yerlerin sokakları geceleri ıssız
olur nedense. Sokak gece olunca paralıymış gibi herkes evlerine
kapanır. Bomboş sokakta evlerden ve yarısı kırılmış sokak
lambalarından sızan ışıklar altında ağır ağır yürüdü.

Ana yola neredeyse
varmıştı ki sağında kalan boş arsanın ilerisindeki arbedeyi
fark etti. Birileri yine kavga ediyordu. Omuzlarını silkip devam
edecekti ki “Lütfen bırakın… ne olur” diye yalvaran kadının
sesini duydu. İşte buna tepkisiz kalamazdı. Küçükken babasından
dayak yeyip yanında ağlayan annesinin çektiği acılara şahit
olmasından olsa gerek ne zaman böyle bir şeye tesadüf etse kan
beyninde sıçrıyordu. “Ne oluyor orada?” diye karanlığın
içine seslendi. Kısa bir sessizlik oldu. Karanlığın içindeki
bedenler durakladılar. Ardından sert ve sinirli bir ses karşılık
verdi boş arsanın ilerisinden, “Sana ne lan orospu çocuğu işine
bak sen”. Öyle yapmalıydı belki de. Gereksiz yere büyütüyordu
muhtemelen meseleyi. Basit bir aile içi kavgaydı işte. Artık
küfür edilmesine sinirlenmiyordu. Eline sıkıştırılan
bahşişleri almak çok daha ağır geliyordu bundan. Devam edip
etmemekte kararsız bir haldeyken kadının sesi duyuldu, “N’olur
yardım edin!”. Başka bir şeye ihtiyaç duymadı. Seri adımlarla
karanlığın içine doğru yönelip boş arsaya girdi. İlerideki
karaltılar durmuş ne yaptığını anlamaya çalışıyorlardı.

Onlara doğru
yaklaştıkça daha belirgin hale gelmeye başladılar. Dört
kişiydiler. Yerde yatan beşincilerinin bağıran kadın olduğunu
anlamak çok zor değildi. Adamlara doğru yaklaştıkça onlar da
birkaç adım ileri gelerek kadınla onun arasına girdiler. Dört
tane iyi kıyım genç. Belalı tipler olduklarını anlamak için
ışığa ihtiyaç yoktu doğrusu. “Ne var lan, niye geldin? İşine
bak demedim mi sana?” diyerek biri ileri çıktı. Her sürünün
bir lideri olurdu, onların başındaki de bu olmalıydı. “Ne
istiyorsunuz bu kadından?” dedi. Sert ve korkutucu olmaya
çalışmamıştı. Yıllardır sert ve korkutucu olmamıştı. Artık
öyle biri değildi. Sağ tarafında kalan gençlerden biri elini
beline atarak bir şey çıkardı. Açılan sustalının sesi boş
arsada yankılandı. “Yürü git işine ihtiyar, belanı bizden
bulma” dedi bir diğeri. “Size bir soru sordum?” dedi. Bu kez
sinirliydi. Sert ve korkutucu olmayabilirdi ama kimseden korkmamıştı
şimdiye kadar. “Yahu bir siktir git!” dedi sürünün başı
sonra arkadaki kadına doğru yöneldi. Kadın yerden kalkmaya
çalışıyordu o esnada ve hiç duraksamadan sırtına tekmeyi
indirdi. Aniden nefesi boşalan kadın tuhaf bir ses çıkarıp yere
yuvarlanırken Yakub etrafındaki her şeyin döndüğünü hissetti.
Hızla önünde duran üç gencin üstüne yürüdü. En solda kalan
diğerlerinden hızlıydı ama bilmediği Yakub’un solak olduğuydu.
Yumruk yüzünde patlayınca bir çuval gibi yere yığıldı. İki
kişi kalmıştı, asıl hedefi olan adamla arasında. Sustalıyı
açmış olan genç bir küfür savurup üzerine doğru atılırken
kendisinin bile hayret ettiği bir hızla sırtındaki montu çıkarıp
gencin üstüne attı. O daha ne olduğunu anlamaya çalışırken
sağ ve sol kroşesi yüzünde patladı. Yıllardır kimseye
vurmamıştı ama nasıl yapılacağını gayet iyi biliyordu. Yere
düşerken burnunu kırdığını ve çenesinin aylarca ağrıyacağını
biliyordu. Son genç kiloluydu. Onu devirmek diğerlerinden kolay
olacaktı. Ancak sürünün lideri durumu fark etmişti ve eli beline
gidiyordu. “Silahı var…” diye düşündü şişman gencin
karaciğerine vururken. Genç nefesi kesilerek dizlerinin üstüne
düştü. Dakikalarca toparlanamazdı. Doğru tahmin etmişti,
liderin silahı vardı. Gecenin karanlığında silah bir flaş gibi
parladı. Arkadan kadının çığlığı duyuldu. “Vuramadı”
diye geçirdi içinden öyle olsa bir şey hissederdi. Yaşlı
bacakları inanılmaz bir hızla onu ileri doğru taşıdı. Liderin
gözlerindeki korku inanılmazdı. Bir kez daha parladı silah ve
mesafe kapandı. Artık yumruklarının menzilindeydi. Gümüş
madalyayı aldığı maçta rakibini nakavt ederken ilk önce sağını
vurmuştu, öyle yaptı. Kırılan dişleri hissetti. Sonra öldürücü
sol… öyle derdi antrenörü, “Senin öldürücü bir solun var”.
Liderin şakağında patladı. Hakem araya girmişti o maçta ama bu
kez onu durduracak kimse yoktu. Kendini toparlayıp genç yere
düşmeden bir kez daha soluyla burnuna vurdu.

Sokaktan birilerinin
bağırtıları geliyordu. Silah sesini duymuşlardı muhtemelen. Az
önce yere devirdiği gençler liderlerini kaldırıp kaçabilmek
için çabalarken korku dolu gözlerle yerde yatıp ona bakan kadına
doğru birkaç adım attı. İyi olup olmadığını soracaktı.
Aniden tansiyonunun düştüğünü hissetti. Bir şeyler oluyordu.
Bir adım daha atmaya çalıştı ama yapamadı. Yanılmıştı, her
iki mermi de vücudunu bulmuştu. Dizlerinin üstüne çökerken
gülümsedi. Kadın iyiydi, ona bir şey olmamıştı. Belki bir iki
küçük sıyrığı vardı ama kısa zamanda kaybolup giderlerdi.
Kalkmaya çalıştı, yapamadı. Bacakları artık onu taşıyacak
durumda değildi. Tekrar gülümseyerek kadına baktı, “Bu kez
kazandım değil mi?”dedi, “Bu kez kazandım…” Arkasından
gelen sesleri duydu. Gelip kadına yardım edeceklerdi. Artık hiçbir
şey yapmasına gerek yoktu. Maç bitmişti… ve son maçını
kazandığı kesindi.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir