Kısa Bir Not

Pahalı mobilyalarla
döşeli ofisinde oturuyordu. Biraz önce cenazeden gelmişti.
Sevgili eşinin, biricik aşkının cenazesi. Hiç kimseyi öyle
sevmemişti. Hiç kimse için bunları hissetmemişti. Hiç kimse
için bu kadar üzülmemişti. Sahip olduğu her şeyi şu an
verebilirdi. Damla’nın geri gelmesi için sahip oldukları yetseydi
eğer, verirdi. Hiçbir şey yapamıyordu. Hiçbir şey
düşünemiyordu. Tek hissettiği derin ve içinden çıkılmaz bir
acıydı. Oymalarla bezeli, antika masasının arkasında öylece
oturuyordu. Yaşamı boyunca çalışmıştı. Kendini bildi bileli.
Bulunduğu noktaya gelirken her şeyi doğru yapmadığını
biliyordu. Yapamazdı da. Öyle olsa bu noktaya ulaşamazdı. Zirveye
giden yol asla temiz olmazdı. Bunu daha küçük bir çocukken
öğrenmişti. Yaptığı hiçbir şeyden pişman değildi. Bir
tek… bir tek Damla’nın intihar edeceğini anlamamıştı. Öylesine
bir acıydı ki hissettiği tarifi yoktu. O sabah birazcık dikkatli
olsa, birazcık daha geç çıksa. Ama olmamıştı. Tahmin
edememişti. Damla evdeki çifteliyle beynini dağıtmıştı. Altmış
yıl boyunca böyle bir acı görmemişti.

Bir restoranda
tanışmıştı Damla’yla. Daha doğrusu ilk kez orada görmüştü.
Hayatı boyunca gördüğü en güzel varlık. Dünyanın güzel bir
yer olduğunu hissettiren bir melek. Tüm evrenin özü. Çok güzel
kadınlar görmüş, çok güzel kadınlarla yatmıştı. Aslında o
güne kadar öyle sanmıştı. Toplantı için gittiği restoranda
tek başına oturan Damla’yı görene kadar. Ne kadar uğraşmıştı
daha sonra. Neler yapmıştı tanışmak için. Ne hediyeler, ne
diller dökmüştü. Alışık değildi. Hiçbir kadın için
uğraşmamıştı. Gerek duymazdı. Biri olmazsa bir diğeri vardı.
Bu kez bir tek O vardı. Sonunda bir yemek sözü almıştı. Ne
kadar heyecanlanmıştı. O yemekte neler geçmişti içinden.
Sevildiğini hiç hissetmemişti. Doğrusu buna önem de vermezdi.
Para istediğiniz her şeyi alırdı. Ve güç sizden korkmalarını
sağlardı. Sevgi zayıflara göreydi. Acizlikti. En azından o ana
kadar öyleydi. Yemek yedikleri günün ardından tek istediği Damla
tarafından sevilmekti. Uyuşturucu bağımlısının maddeye olan
iştiyakı gibi. Siyah düz saçlı, mavi gözlüydü Damla. Zayıf
değildi. Daha doğrusu çok zayıf değildi. İri gözleri, dolgun
dudakları ve küçük bir burnu vardı. Ah dünyada gördüğü en
güzel varlıktı. Bir yıl; dile kolay bir yıl boyunca uğraşmıştı.
Sonunda sevgili olmuşlardı. Yetmemişti. İlk kez bir kadınla
yatmak ona yetmemişti. Her şeyi istiyordu. Damla’yı her zaman
yanında istiyordu. Ve işin güzel tarafı sevildiğini
hissediyordu. Bu kez parasına değil O’na değer verdiklerini
hissediyordu. Evlenmişlerdi. Dillere destan bir düğünle hem de.

Şimdi yoktu. Damla
artık yoktu. Üzüntüsü öfkeye dönüşüyordu. Sonra tekrar
üzüntüye dönüyordu. Çirkin bir adamdı. Esmer, kısa boylu.
Yapılıydı ama. Tek sevdiği özelliği. Damla’nın ondan uzun
olduğunu hatırladı. Bir an dudaklarından bir tebessüm geçti.
Kaybolup gitti ardından. Kapı çalındı. Tereddütle vurulan iki
üç darbe. Rahatsız edilmemek istemediğini belirtmişti. Bakışları
kapıyı delecek gibi. Tekrar aynı ses, bu kez daha tereddütlü.

“Ne var?” diye
bağırdı. Öfkesini birinden çıkarmak iyi olabilirdi. Esmer yüzü
daha da karardı. Gözleri açılarak kapıya dikildi. Evin en yaşlı
hizmetlisi Demet belirdi kapıda. Bakışları delecek gibi kadını.

“Bir paket efendim…
bir paket. Damla Hanım’la alakalıymış. Yoksa vallahi gelmezdim.
Ne olur affedin”

Bağıracaktı,
bağıramadı. Damla adı her şeyi silmişti. Ne paketi? Neyin
paketi? “Getir” demekle yetindi. Yaşlı kadın adeta uçtu.
Eskimiş bacakları korkudan yenilenmişti. Paketi verdi ve çıktı.
İsimsiz. Üstünde hiçbir şey olmayan karton bir kutu. Saman
kağıdına sarılmış. Alelade bir iple bağlı. Damla’dan yazıyor
üstünde. Hızla açtı. İçinde bir CD. Bildiğimiz ucuz
paketinde. Damla’dan ne gelmiş olabilirdi. Daha doğrusu onun adına
kim, ne göndermiş olabilirdi? Her şey bir anda dağıldı. İçini
kaplayan merak var olan ne varsa süpürmüştü. Hızla masanın
üstünde duran bilgisayarı açtı. CD’yi yerleştirdi. İlk önce
hiçbir şey olmadı. Keşke hiç olmasaydı. Ardından bir görüntü
belirdi. Boş bir oda ve bir yatak. Konuşmalar geliyordu. Bir kadın
sesi. Aniden Damla görüntüye girdi. İnanamıyordu. Çıplaktı.
Elleri arkadan bağlı. Ağzında bir bez. Yüzükoyun yatağa
itildi. Arkadan gelen erkek sesini tanıyordu. Kulaklarına
inanamıyordu. Yanılmak istiyordu. Keşke yanılsaydı. Kardeşi
girdi görüntüye. Kameraya bakıp gülümsedi. Beyaz dişleri
parladı. Ailenin yakışıklısı. On yaş küçük kardeşi. O da
çıplaktı. Damla bir şeyler diyordu. Daha doğrusu demeye
çalışıyordu. Düzelmeye çalışırken kardeşi hızla ilerleyip
onu yatağa bastırdı. Çıplaktı. O da çıplaktı. Gördüğü
şey… bunları görüyor olamazdı. Damla’nın üstüne çıktı.
Kurtulmaya çalışıyordu. Başaramadı. Kardeşi büyük bir zevkle
Damla’ya tecavüz ediyordu. İçinde yükselen şeyi öfke olarak
tanımlamak yetmezdi. Bunun karşılığı bir kelime yoktu.
Bilgisayarı kaldırıp duvara fırlattı. Bir şeyler söylüyordu
ama boğazından çıkan sadece hırıltıydı. Anlamsız, vahşi
hırıltılar. Görüntü gözlerinin önünden gitmiyordu. Bir
şeyleri alıp duvara fırlatıyor, sağa sola vuruyordu ama görüntü
gitmiyordu. Damla bir ara kameraya bakmıştı. Aşağılık orospu
çocuğu ona tecavüz etmişti. Kahkahalar atmıştı.

İntiharın sebebi,
Damla’sız kalmasının sebebi, yalnızlık, acı… hepsi O piç
yüzündendi. Odaya birilerinin girdiğini fark etti. Kan ter içinde
kalmıştı. Aniden durdu. Hiçbir şey olmamış gibi, bugün hiçbir
şey olmamış gibi durdu. “Osman’ı çağırın gelsin” dedi
büyük bir sükunet ve ciddiyetle. Sesindeki ton yeterli oldu. Odaya
giren hizmetliler hiçbir şey demedi. Şaşkın gözlerle bakmak
haricinde hiçbir şey yapmadılar. Öylece durdular. Anlam
veremediler olup bitene. Bir kez daha dişleri arasından fısıldadı,
“Kardeşimi çağırın dedim”

Aradan geçen altı ay
öfkesini hafifletmemişti. Sıktığı on dört kurşun, kardeşinin
cesedi elinden alınana kadar attığı tekmeler, o günün ardından
ettiği küfürler… hiçbiri öfkesini dindirmemişti. CD’yi yok
etmiş, mahkemede hiçbir şey söylememişti. Damla’nın hatırasına
leke getirecek bir şey olmasına müsaade edemezdi. Tek kişilik
hücresinde uzanmış tavana bakıyordu. Ne doğru düzgün yemek
yiyor, ne de uyuyordu. Ne yaparsa yapsın o görüntü aklından
gitmiyordu. Her şeyini kaybetmişti. Damla’yı kaybetmişti.
Uzandığı yerden doğrulup küçücük penceresinden gökyüzüne
baktı. İyi bir adam değildi. Ve hayatındaki tek iyilik; hem de
hak etmediği kadar kötü bir şekilde, elinden alınmıştı.
Böylesi kötü bir şey Damla’nın değil onun başına gelmeliydi.
Hücre kapısının ortasındaki küçük kapak aralandığında
oraya döndü. Diğer taraftan gardiyanın alaylı sesi duyuldu,
“Şeref Bey postanız var”. Zarf havada yalpalar çizerek zemine
düştü. Kimden geldiğini merak etti. Yazı yazacak kimsesi yoktu.
İşle alakalı olduğunu düşündü. Artık geride ne kadarı
kaldıysa. Muhtemelen akıllarına bir şey gelmişti. Oturduğu
yerden kalkıp zarfı aldı. Amerika’dan postalanmıştı. Pelin
Tunalı adında biri yollamış, isminin altına küçük bir not
düşmüştü, “Mutlu yıllar”. Doğum günü olduğunu o zaman
hatırladı. O’nun bile hatırlamadığı doğumgününü hatırlayan
bir yabancı!? Soyadı tanıdık geldi bir an ama nereden olduğunu
hatırlayamadı. Şaşkın ve merak içinde zarfı açtı. İçinde
çok da uzun olmayan bir not vardı.

“Bundan otuz yıl
önce Tunalı Ailesi’nin elindeki her şeyi aldınız. Ahlaksızca ve
merhamet göstermeden. Babam intihar etti ve ardından annem
hastalandı. Beş kuruş paramız kalmadığı için kısa zamanda
O
nu da kaybettim. Yedi yaşındaydım o zaman. Sonrası
yetişme yurdu.
Her neyse oraları anlatacak değilim. Bir
gün Türkiye’nin en zengin adamıyla tanıştım. Çok peşimden
koştu. Gerçekten ona aşık olduğumu sandı. Sonunda evlendik.
Kardeşiyle güzel bir fantezi yaşadım ve
beraberce
kameraya
kaydettik. Umarım sevmişsindir. Ben
sevişirken büyük keyif almıştım. Ayrıca yeterli paran varsa
yerinde geçecek ölü bile buluyorlar. Ne tuhaf! Her neyse artık
eşitlendik. Umarım bundan sonraki hayatında yaptıklarını
düşünüp af dilersin. Mutlu yıllar”

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir