Hatice

Hatice
köyün ne en güzel ne de en çirkin kızıydı. Sadece kızlardan
biriydi. Kendini bildiği andan itibaren tarlada, ahırda, mutfakta
çalışmıştı. On beşine girdiğinde birinin onu istediğini
duymuş, istemeye geldiklerinde evleneceği adamı kapı aralığından
görmüştü. Bir sürü hayal kurmuştu o zaman, gençlik işte.
Hepsi güzeldi. Düğünü köyün meydanında olmuştu. Neden
ağladığını bilmese de evinden çıkarken çok ağlamıştı.
Düğünden sonra iki gün köyde kalmış ardından kocasının
çalıştığı şehre gelmişlerdi. Uzaktan akrabalarıydı eşi.
Sürekli sigara içen, zayıf, kara kuru bir adamdı. Pek konuşkan
biri değildi. Birkaç yıl önce bir tanıdığı vasıtasıyla
devlette işe başlamıştı.

Uzun
bir yolculuğun ardından, üç katlı binanın en üst katındaki
evlerine ulaşmışlardı. İlk dayağını o gün eşyaları
taşırken düşürdüğü bavul yüzünden yemişti. Doğrusu
babasından dayak yemeğe alışıktı ama bu seferki çok ağırına
gitmişti. Öyle olacağını hayal etse de son yediği dayak bu
olmayacaktı. Hatta bir çocuğunu bu yüzden kaybetti. Doktor
ısrarla sormasına rağmen “Düştüm” demişti, “Merdivenlerden
aceleyle inerken ayağım kaydı”. Hatice… güzel hayalleri olan
küçük bir kızdı şehre geldiğinde. Dört çocukları olmuştu.
Üç kız, bir erkek. İlk üç çocuğu kız olunca bir de erkek
doğurmuyor diye dayak yemişti. Hepsinin ayrı bir sebebi vardı ama
bazıları hatırında kalmıştı işte. Geçen yıllar boyunca
değişmeyen tek şey…

Aradan
kırk altı sene geçmişti. Dile kolay, kırk altı yıl. Çocukları
onu ne kadar seviyorlardı pek bilmiyordu ama babalarını
sevmediklerinden emindi. Sağ olsun dayak konusunda cömert bir
adamdı. İki kızı evlenip yurt dışına gitmişlerdi. Birisi
bekardı ve aynı şehirde olmalarına rağmen pek uğramaz, arada
bir gelip onu gezmeye çıkarırdı. Oğulları ise ayrı bir
hikayeydi. Genç yaşta alkol, kötü çevre ve beklenen son. Altı
yıldır hapisteydi. Çıkmasına on yıl daha vardı.

İlk
taşındıkları evlerini dişlerinden tırnaklarından
artırdıklarıyla bin bir zorlukla almışlardı. Şimdi o köhne
binanın yerinde yedi katlı bir apartman vardı ve paylarına iki
daire düşmüştü. Birinde kiracıları, diğerinde kendileri
oturuyordu. Hatice pişirdiği kahveyi alıp salona çıktı. Güzel
bir ilk bahar akşamıydı. Masanın üzerinde duran paketini alıp
balkona yöneldi. Sigaraya başlayalı çok olmuştu. Yapmasına
müsaade edilen nadir şeylerdendi. Şehir baharı karşılamanın
heyecanıyla coşku içindeydi. Sandalyesine otururken içeriden
belli belirsiz bir ses duyuldu.

Hatssçee..
Hatssçee..”

Arkasına
yaslanıp kahvesinden bir yudum aldı. Mahalleye yeni açılan
kahveciden çok memnundu. Haftada bir gidip taze taze çektiriyordu.
Sigarasından bir tane çıkarıp yaktı. Alt kattaki komşuları
neşe içinde bir şeyler konuşuyordu. İçlerinden biri
kahkahalarla gülünce istemsizce tebessüm etti.

Hatssçee…
Duysmuyo mutun…”

Kahvesini
bitirdiğinde epeydir fal baktırmadığını hatırladı. Suzan
Hanım evde miydi acaba? Cep telefonunu nereye bırakmıştı sahi.
Kalkıp salona bakındı. Masanın üstündeydi. Her şeyi giderek
daha küçük yapıyorlardı. Listeden Suzan’ı bulup aradı.

Alo
komşu… Evde misin?”

Hatsssçeee…
nertessiinns?”

Oh güzel… Ben de fal
baktırmaya gelecektim. Yok yok… sen zahmet etme. Fincanı alıp
geliyorum, iki de laflarız”

Hatsssçeee..”

Sigarasını ve az önce
çevirdiği fincanını alıp çıktı. Kocası geçen yıl
merdivenlerden inerken düşüp kalçasını kırmıştı. Ardından
felç vurmuştu bir de. Şimdi bomboş bir odada tek başına
yatıyordu. Onsuz yemek yemesi, banyo yapması hatta tuvalete gitmesi
bile imkansızdı. En son sabahleyin uğramıştı yanına… eh
falına baktırıp dönene kadar pekala idare edebilirdi. Kırk altı
yıl geçmişti, dile kolay. Koskoca kırk altı yıl…

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir