Geçmiş Hesaplar

 Mektubu alalı birkaç gün olmuştu. Okuduğu andaki şaşkınlık
ve mutluluğunu tarif etmek zordu doğrusu. Yıllardır merak
ediyordu ona böbrek bağışlayan kişiyi. Nakil yapılana kadar
hastalıkla uğraşmış, düzenli olarak diyalize girmek zorunda
kalmıştı. Uzun müddet aranmıştı uygun böbrek. Yakınları,
bağışlamak isteyenler, hatta para ile satmak isteyenler. Yeterince
paranız olduğunda bir şeyleri satın almak o kadar da zor değildi.
Fakat uygun böbreği bir türlü bulamamıştı. Sonra adının
açıklanmasını istemeyen birinin uyumlu olduğu söylenmişti.
Öylesine mutlu olmuştu ki. Karanlık bir odada sonsuza kadar
kalacağını düşünürken hiç bilmediği biri gelip ışıkları
yakmıştı. Asistanını çağırmış, böbreği bağışlayanın
bulunmasını istemişti. Hiç beklemediği bu iyiliği
ödüllendirmekti niyeti. Aklının alamayacağı kadar para
verecekti adama. Fakat tüm ısrarlara ve aramalara rağmen
ulaşamamışlardı. Bir tek adını ve soyadını öğrenebilmişti,
Tuğrul Öztürk. Yaygın olan isme sahip birini bulmak; ne kadar
güçlü olursanız olun, pek kolay değildi. Bir sır perdesi
arakasında yok olup gitmişti böbreği bağışlayan. Şimdi ise
birden bire ortaya çıkmaya karar vermiş, görüşmek için randevu
istemişti.  

Her zaman yaptığı
gibi erkenden kalkıp genel merkeze gelmişti. Sıfırdan gelmişti
buraya. Tırnakları ile kazıyarak. Daha çocuk aklı ile karar
vermişti zengin olmaya. Fakirlikle boğuşmak, ömrünün en güzel
yıllarını karnını doyuracak bir parça ekmek peşinde koşarak
harcamak. Kimsenin göze alamayacağı şeyler yapmış, önüne
gelen hiçbir fırsatı kaçırmamıştı. Binlerce insan çalışıyordu
şimdi yanında. Dünya üzerine yayılan şirketlerinin bir çoğunun
yerini bile bilmiyordu. İstediği her şeyi elde etmişti.
Pencereden ayakları altında uzanan şehri izlerken saatine baktı.
Tahmin ettiğinden daha çok vakit geçmişti. Ona gelmek üzereydi
saat. Nasıl birini beklediğinden emin değildi. Hep genç biri
olarak hayal etmişti Tuğrul’u. Nasıl olup da böbrek nakline
ihtiyacı olduğunu öğrendiğini, neden bağışlamaya karar
verdiğini ve neden hiçbir şey talep etmeden ortadan kaybolduğunu
anlayamadığı gizemli adam. Şimdi gerçeği öğrenme zamanı
gelmişti.

Öyle dalmış
düşünürken telefonu çaldı. Sakince sandalyesini döndürüp el
işçiliği ile yapılmış masasının üstündeki telefonu
kaldırdı.

“Efendim Tuğrul
Bey geldiler”

“İçeri gönder o
halde”Kapı açıldığında
beklediğinden çok daha yaşlı biri vardı karşısında. Aynı
yaşlardaydılar ya da Tuğrul biraz daha büyüktü. Bembeyaz
saçlarını geriye doğru taramıştı. Üstünde açık mavi, ucuz
bir takım vardı. Bir hayli zayıf, ciddi görünümlüydü.

Oturduğu yerden
kalkıp büyük bir gülümsemeyle Tuğrul’a doğru yürürken,
“Hoş geldiniz, yıllardır size ulaşmaya çalışıyordum”
dedi.

Tuğrul ciddiyetini
muhafaza ederek, “Sonunda buldun” dedi.

Beklediğinden soğuk
bir cevaptı ama sıcak davranmaya devam etmeliydi. Bu adama bir ömür
borçluydu. Yalnız şundan emindi artık; tahmininden çok daha
fazlasını isteyecekti. Masasının karşısındaki sandalyelerden
birine buyur ederken ucuzluğun ve kan emiciliğin kokusunu aldı.
Cömert olduğu için değil, çok daha fazlasını alabilmek için
beklemişti bunca yıl. Çoğu insanın yıllık maaşından pahalı
olan masasının ardına geçerken pazarlık için hazırdı. Bakalım
ne isteyecekti bu çakal.

“Bir şeyler içer
misiniz?” dedi elinden geldiği kadar sıcak bir ses tonuyla.

“Hayır” dedi
Tuğrul oturduğu yerde ceketinin önünü açarken, “Fazla
kalmayacağım”.

Teklifinin geri
çevrilmesine biraz bozularak, “Pekala o zaman sizi dinliyorum.
Eminim buraya kadar gelmenizin önemli bir nedeni vardır” dedi.

Tuğrul gülümseyerek
sandalyesinde gerildi, bacak bacak üstüne atıp bir süre bekledi.

Bu yüzü
bir yerden tanıyor muydu? Düşündü ama çıkaramadı. Nereden
buluyor bu özgüveni? Şunun hareketlerine bak. Ahmak herif…!!!
Senin verdiğin basit et parçasını her yerden bulurdum ben.

Neden sonra Tuğrul sessizliğini bozmaya karar vererek, “Uzun
zaman olmuştu seni görmeyeli” dedi.

“Tanışıyor muyuz?” dedi büyük bir şaşkınlıkla. “Tanıdık
gelmiştiniz ama çıkaramadım”

“Normal. Benim gibi basit insanlar akıllarda yer etmez pek. İsmimi
zaten hatırlamazsın, soy adım da öyle az bulunur cinsten değil.
Babamın yanında muhasebeciydin. Daha çocuk sayılırdım o
zamanlar. Vasıf’ın oğluyum ben”

Ne kadar uzun zaman olmuştu. Vasıf adını duymayalı, o günleri
düşünmeyeli. “Tuğrul…!? Şimdi hatırladım yahu… Nasılsın?
Nerelerdeydin? Böbrek bağışlamak… yahu o kadar çok soru var ki
soracak”

“Hapiste duydum. Annem söyledi. Bir yerlerden duymuş ama nereden,
emin değilim”

“Hapiste mi? Hayırdır? İnanamıyorum…”

Tuğrul tavana bakıp gülümsedi. Sakin kalmaya çalışıyordu.
Sonra başını indirip gözlerinin içine baktı ve “Sen bir çay
söyle en iyisi. İki dakika konuşuruz” dedi.

“Elbette” diyerek iki çay söyledi. Tedirgin olmuştu. Tedirgin
olduğunu belli etmemeliydi. Telefonu kapatırken Tuğrul konuşmaya
başladı.

“Babamın kasasını boşaltıp ortalıktan kaybolduğunda
tefecilerle uğraşmak zorunda kaldık. Babam üzüntüsünden fazla
yaşayamadı. Belki duymuşsundur”

“Bir dakika” dedi sert bir ses tonuyla, “Ben kimsenin…”

“Kes…!!! Buraya senin yalanlarını dinlemeye gelmedim. Her
neyse, hikaye uzun zaten. Hepsini sana anlatacak değilim. Sonrası
felaketler zinciri diyebiliriz. Hapishane diye sormuştun demin.
Cinayetten girmiştim. Üç kişi. Yirmi beş yıl yattım”

Bir şey söylemesi gerekiyordu. Giderek daha fazla huzursuz
oluyordu. Ne isteyecekti bu herif? Vasıf’ın mallarını üstüne
geçirip kaçmıştı kaçmasına ama sadece… sadece… telefona
uzanıp güvenliği çağırmayı düşündü. O sırada kapı
açıldı. Çaylar gelmişti.

“Getir kızım” dedi gülümsemeye çalışarak. “Bu arada
Yakup Bey’e haber verir misin? Ona ihtiyacım olduğunu söyle”.
Sekreter şaşkın bir ifadeyle yüzüne bakınca. “Sen dediğimi
yap” dedi dikkatle. Yakup eski askerdi. Güvenlik amiriydi.

“Pekala efendim” diyen sekreter çayları bırakıp hızla çıktı.

“Yakup güvenlikle ilgili bir arkadaş sanırım” dedi Tuğrul
alaycı bir sesle.

“Yo… yo… bir görüşme vardı da onu soracaktım” dedi
tedirginliğini belli etmemeye çalışarak.

“Her neyse… üç kişi diyordum. Tefeciler her şeyimizi aldıktan
sonra bile borçlarımız bitmedi. Sonu gelmeyen tehditler. İlk
cinayetim onlardan biriydi. İstemeden oldu doğrusunu istersen.
Annemi yaralamıştı, korkutmaya çalışırken vurdum herifi.
Eeee… bir şey söylemeyecek misin?”

“Yok ben… Vasıf Bey… Yani yardımcı olmam gereken…”

Bir kahkaha patlatan Tuğrul, “Yıllardır babamın intikamı için
bekledim biliyor musun” dedi aniden ciddileşerek. “Bir türlü
ulaşamadım sana çünkü bir türlü başım beladan kurtulmadı.
Eğer bıraksaydım ölüp gidecektin. Buna izin veremezdim. İşte
merak etiğin böbreğin hikayesi de bu”

Başından aşağı kaynar suların döküldüğünü hissetti.
Kapıya baktı. Kaçabilirdi. Eğer bacaklarının titremesine mani
olabilirse, yapabilirdi. O sırada Tuğrul’un ayağa kalktığını
gördü.

“Yakup Bey gelmeden işimizi halledelim de çayımızı içeriz o
gelene kadar” dedi Tuğrul belindeki silahı çıkarırken.

“Böbreği bağışlayan kişi gelecek” demişti sekreterine bir
gün önce. “Ona iyi davranın”. Üstünü aramamışlardı bile.

Üç el silah sesi duyuldu sonra odadan. Yakup sekreterin yanına
yeni gelmişti. Sesi duyunca hızla belindeki tabancayı çıkarıp
kapıya omuz attı. Kırılan kapı. Kanlar içinde masanın üstünde
yatan patronu ve karşısında sakince çay için bir adam.

“Kıpırdama…!!!” diye bağırdı istemsizce.

Tuğrul bardağında kalan son yudumu sakince içip bardağı masaya
koyarken, “Kıpırdar gibi bir halim var mı?” dedi. “Polisi
arasanız iyi olur” dedi sonra. “Burada kaldırmaları gereken
bir ceset var”

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir