Bir Acı Hikaye

Aylardan ocak. Hava öyle
soğuktu ki ne giyerseniz giyin kendinizi çıplak hissediyordunuz.
Yerler dünden kalan karla kaplı. Gündüz ayazının arasında
belli belirsiz çıkan cılız güneşin erittiği birkaç yerden,
eskimiş ve bozuk yollar görünüyor. Neredeyse hiç doğmayan güneş
akşamı getirmek için son kalan ışığı da çekmekte. Adeta hava
donacak. Mehmet daracık sokaktan ilerliyor. İki eli de cebinde.
Birine bağlı siyah torbanın içinde mendiller var. Kırmızı
ışıkta duran arabalara koşturup, takınabildiği en sevimli
yüzüyle satmaya çalıştığı. Ayaklarındaki eskimiş
ayakkabıların altında donmuş buzların çatlama sesleri geliyor
arada bir. Üstünde lime lime olmuş bir kaban. Eskiden pahalı bir
şey olduğunu belli etmek ister gibi hala diri durmaya çalışıyor
ama bunun için çok geç artık. Başındaki berenin altından
gözleri seçilmiyor. Neredeyse burnunun ucuna kadar aşağı çekmiş.
Sokak lambaları kararan havaya kutlama yapmak ister gibi ışıl
ışıl. Şehrin bu kısmında göz alan tek şey onlar herhalde.

İki üç katlı evler
birbirine tutunmasa yıkılacak gibi. Onların arasında bir başına
Mehmet. Bakışları yerde, atacağı adımların öncüsü. Nedense
ortalıkta pek kimse yok bu akşam. Bir ara “Nerede acaba herkes?”
diye geçiriyor aklından ama içinden geçen rüzgar cevabı
düşünmesine gerek bırakmıyor. Alışık da değil aslında.
Yıllar önce devasa malikanenin şımarık çocuğu için bu
sokaklar çok yabancı. En azından ilk geldiğinde öyleydiler.
Şimdi her çukur, her kir ve her sokak hayvanı aşina. Günlerdir
toplanmayan çöplerin yanından geçerken istemsizce midesi
bulanıyor. Karnı dolu. Evden çıkmadan önce yediği yemek ağzına
geliyor. Buraya düştüklerinden beri her şeye alıştı ama şu
kalitesiz yiyecekler… Elinde değil olmuyor bir türlü. Adımlarını
sıklaştırıyor. Çöpün kokusu burnuna vurmadıkça yemeği
midesinde tutmak daha kolay olacak. Karnını doyurma konusunda
zorluk çekmiyor. Anne ve babası bu konuda hassas. Onlar da kıt
kanaat ellerinde ne varsa getiriyorlar önüne. Eh, O da boş
durmuyor tabi. Arada bir buluyor bir şeyler. Ancak her şey yemek
değil ki. Bir sürü gideri var evin. Bir sürü para hepsi.

Babası yüzünden tüm
bu olanlar. Onun bitip tükenmek bilmeyen hırsı yüzünden.
Başlarda çok öfkeliydi Mehmet bu konuda ama artık o kadar öfke
kalmadı içinde. Zaman her şeyi azaltıyor bir şekilde. Babası
Mahmutula – sürekli Kont Drakula’ya özendiğinden bu isimden başka
hitabı kabul etmez – vampir olmadan önce SSK’sını düzenli
yatırdığından şimdi emekli. Yeter mi ama cancağızım?
Yetmiyordu işte. O da bir tekel bayinin yanında çalışıyor. Daha
doğrusu, çalışıyordu. Bu gece adamı eve getirene kadar. Mehmet
kanını içerken çok zorlanmıştı ama yapacak bir şey yoktu.
Mahmutula, Mehmet’e dışarıda birilerini öldürmeyi katiyetle
yasaklamıştı. Annesi de derdinden kendini alkole vermişti. Tüm
bunlar yetmezmiş gibi ablası Pelinsu bir Zombi’yle evden kaçmıştı.
Bir insan Zombi’yle ne yapabilirdi ki? Annesi “O Zombi zenci
olmasaydı hayatta kaçmazdı. Tanırım ben Pelinsu’yu” demişti
babasına ama… anlamamıştı. Beş senelik vampirlik hayatına
neler sığmıştı. Ne yükler yüklenmişti bu küçük omuzlar.

Hava iyiden iyiye
soğurken adımlarını sıklaştırdı. Bir an evvel aşağı inip
mendilleri bitirirse erkenden evine dönebilirdi. O sırada önünden
yirmili yaşlarda bir kız geçti. Taze ve buralarda görmediği
kadar kaliteli kan. Ağzı sulandı. Karnı o iğrenç tekel
bayisinin kanıyla doluydu ama varsın olsundu. Bu kadarı da onun
hakkı olsundu. Ne vardı? İleri atılıp dişlerini kızın boynuna
geçirdi. Hoyrat, umarsız ve fütursuzca. Ama olsundu be… o kadar
da olsundu.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir