Evrim I (Online roman serisi)

Yirmi altı yıl, dört
ay, bir hafta ve iki gün. Ameliyat masasına yattığı ana kadar
geçen zaman. Çok gelmişti hastaneye. Buna değil belki ama bilirdi
hastaneleri. Bir sonbahar günü; gri duvarlı, küçük bir
hastanede dünyaya gelmişti. Ardından tedavileri için onlarcasını
dolaşmıştı. Doğuştan her iki kolu ve bacağı yoktu. Tedavi
dedikleri de tedavi değildi ya! Hiçbir hastane size kol ve bacak
takmayı vadetmiyordu. Fizik tedaviydi işte tüm yaptıkları ve
taktıkları protezleri rahat kullanma eğitimi. Sadece hastanelere
gitmemişti. Her nedendir bilinmez, ailesi bir sürü yere götürmüştü
onu. Sanki birileri kol ve bacak çıkaracakmış gibi. Hele de
bacaklarınız olmayınca itiraz etmek pek bir işe yaramıyordu.
Uzun, umut kırıcı ve yorucu şeylerdi bunlar. Şimdi sona
gelmişti. Tepesinde koca ışığa bakıyordu. Bir sürü alet vardı
çevresinde. Ve bir sürü insanın mırıltıları geliyordu. Hepsi
kendi dünyasına ait bir şeyler anlatıyordu. Onlar için ne kadar
basitti. Her şey basitti. O ise belki de bu sehpada ölecekti.
Muhtemelen onlarca insanın ölümüne şahit olmuştu
atrafındakiler. O da onlardan biri olurdu en kötüsü. Verdikleri
sakinleştiricilerden dolayı doğru düzgün düşünemiyordu.

Yanına gelen hemşire
yumuşak bir sesle, “Şimdi anestezi vereceğim sana. Ondan geriye
doğru saymanı istiyorum” dedi.

Gülümseyerek, “Tamam”
dedi. Doktor muydu yoksa bu kadın? Ne önemi vardı ki. “10, 9,
8…”

Yirmi altı saat, otuz
iki dakika, on beş saniye sonra gözlerini açtı. Daha önce
uyanmış, bir şeyler söylemiş olabilirdi ama hatırlamıyordu.
Bir sürü cihaz vardı yine çevresinde. Üç tarafı cam olan bir
odanın içindeydi. Dışarıda iki doktor bir şeyler anlatıp
gülüşüyordu. Burnundaki hortum canını acıtıyordu. Kendisinin
çıkaramayacağını biliyordu. Birini çağıracak hali de yoktu.
Sonra ameliyata niçin girdiğini hatırladı. Eski bir doktoru
onları aramış, “Yeni bir tedavi var” demişti. “Elektronik
protezleri ameliyatla hastaya bağlıyoruz. Tıpkı kendi eli ve
ayağı gibi kullanıyor. Deneysel bir çalışma ama…”.
Konuşmadan sonra pek düşünmemişti. Anne ve babası da çok fazla
itiraz etmemişti kararına. Ameliyatı olacaktı. “Çok riskli”
demişti doktor görüşmeye gittiklerinde, “Ayrıca bir şeye
dokunurken hissetmeyeceksin ama geri kalan her şey normal bir uzuvla
aynı olacak. En azından beklentimiz öyle”

Yeni takılan koluyla
pekala hortumu çıkarabilirdi. Denedi ama olmadı. Hiçbir şey
olmadı. Bir an ameliyatın başarısız geçtiğini düşündü.
Uzandığı yerden kalkıp yeni kollarına ve bacaklarına bakmak
istedi. Çok canını yakıyordu şu lanet olası hortum. Yanında
kimse yoktu. Bir sürü cihaz vardı ama kimse yoktu. Bir cihaz ne
anlardı ki sizin canınızın yanmasından. Ya da istediğiniz
yardıma ses çıkarır mıydı. Kalkmak istedi ama beceremedi. Ağır
ağır başını sağa döndürüp omzuna baktı. Boğazına kadar
örtülüydü üstü. Niye buna gerek duymuşlardı ki şimdi? Bir
şey vardı ama beyaz örtünün altında. Kolunun olması gereken
yerde gerçekten bir kabartı vardı.

“Başarmışlar”
diye mırıldandı, “Başarmışlar”

Yüzünde koca bir
tebessüm yayıldı. Sonra yeniden uykuya daldı. İlaçlar çok
ağırdı. Rüyasında zıpladığını gördü. Olduğu yerde hiç
durmadan zıpladığını. Her seferinde kahkahalar atıyor ve yine
zıplıyordu. Uyumadan önce yüzüne oturan tebessüm hala orada
duruyordu.

Tedavi süreci uzun
sürdü. Onlarca elektronik kablo vücudundaki sinirlere bağlamıştı.
İlk başlarda çok yadırgadı bu görüntüyü. “Alışma süreci
bitsin, estetik ameliyatlarla düzeltilebilir” demişti doktorlar.
Aslında aklına gelen son şeydi. Onları kullanabilmek ve dedikleri
gibi alışabilmek istiyordu sadece. Estetik konusunda kaygılanmak
için çok fazla zamanı vardı. Bir sürü enfeksiyonla uğraşması
gerekti ameliyattan sonra. Bir sürü ilaç içmesi gerekti. Bir ara
vücudun protezleri reddedeceğinden korktu doktorlar. Ama hepsini
atlattı. Bir tek anne ve babası rahatsız etmişti onu. Bir şekilde
ölmesini bekliyor gibiydiler. Tuhaf bir histi bu. Çocukluğundan
beri zaman zaman hissettiği bir şey. Babası garip bir adamdı
zaten. Konuşmazdı pek. İçten içe oğlunun böyle olmasından
dolayı utanç duyuyormuş gibi gelirdi ona. Annesinin utancı daha
fazlaydı ama. Karnında taşımıştı onu. Sonunda çıktığında
ise eksikliği ile gelmişti. Asıl suç onundu. Bir şey yapmış ve
çocuğu bu hale getirmişti. Çocukken öyle demişti babası.
Annesi itiraz etmemişti. Bir şeyler söylemesini, itiraz edip
bağırmasını, bunun kimsenin suçu olmadığını söylemesini
istemişti ama annesi hiçbir şey dememişti.

Çok inanmıştı bu
kez, hiç olmadığı kadar çok. Üç, dört ay kadar pek bir şey
yapamadı protezlerle. Daha önce kullandığı protezlerde olduğu
gibi bir iki basit hareketi yapabildi sadece. Daha önce kolları ve
ayağı olmayan bir insan için düşünceyle bunları
oynatabileceğine inanmak zordu. Aylar geçtikçe alıştı ama. Önce
ufak tefek hareketler yaptı. Bir şeyleri tuttu. Kısa sürelerle
hiçbir yerden destek almadan ayakta durdu. Sonra ilk adımını
attı. Vakit geçtikçe desteksiz yürümeye başladı. Önceleri
biraz tuhaf hareket ediyordu. Yirmi küsür yıldır yürümemiş
biri için yine de iyiydi. İlk kez bir şişenin kapağını açtı.
Ne kadar mutlu olduğunu izaha imkan yoktu. Geceleri neredeyse
uyumuyordu. Sürekli emirler gönderip protezlerini hareket
ettiriyor, yeni yeni şeyler öğreniyordu. Saçını kaşımıştı
mesela. Ve rüyasındaki gibi zıpladı. Rüyasından bile güzeldi.
Gelişimi doktorların beklediğinden hızlıydı. Altıncı ayında
tek başına idare edebilecek seviyeye gelmişti. Ameliyattan tam
sekiz ay sonra taburcu oldu. Kontrollerine devam edecek, periyodik
olarak hastaneye gelecekti ama artık sürekli olarak orada bulunması
gerekmeyecekti.

Evdeki ilk gecesi
sessizdi. Hem de olmaması gerektiği kadar sessiz. Yemeğini
yedikten sonra hiçbir şey demeden odasına gitti. Fakir bir
aileydiler. Hepi topu iki odalı bir evdi. Uzun yıllardır aynı
evde kiracıydılar. Amcaları yapmıştı bu evi. Şehre gelir
gelmez boş bulduğu arazilerden birini çevrelemiş ve zaman içinde
orada birkaç ev yapmıştı. Oturdukları da onlardan birisiydi.
Amcası zengindi. En azından onlara göre zengindi. “Şu sakat
çocuğa dua et” demişti bir kez babasına “Sevaptır diye size
bu evi verdim. Yoksa elimi öpene iki katı kiraya verirdim”.
Babası bir şey demeden dinlemişti. Zaten hiçbir şey demezdi.
Sessiz, korkak ve çekingen bir adamdı. Bir tek annesine ve ona,
dünya üzerinde bir tek onlara karşı öyle değildi. Dayak ve
küfür evlerinden eksik olmamıştı hiç. Annesine acırdı. Belli
etmezdi pek ama. Tuhaf bir kadındı o da. Zaman zaman doğru düzgün
çalışmayan televizyonlarında izlediği dizilerdeki annelere
özenirdi. Koruyucu ve şefkat doluydular. Pek öyle sayılmazdı
annesi. Çocukluğundan beri belki yüzlerce kez, “Ölsen de
kurtulsam” lafını duymuştu ağzından. Hep bir yük gibi
hissettirmişlerdi. Ağır ve ölmek bilmeyen bir yük.

Odasına girdiğinde
yatağına uzanmak istemedi. Bugüne kadar geceler boyu o yatağa
uzanmış ve orada olmadığının hayalini kurmuştu. Şimdi aynı
şeyi yapmak istemiyordu. Pencerenin yanında duran sandalyeye
oturdu. Eski, minderinin süngeri yırtıklardan fırlamış
sandalyeye. Dışarı bakıyor, parmaklarını açıp kapıyordu.
Aklında gitmek vardı. Kimsenin onu tanımadığı, kimsenin onu
yargılamayacağı bir yere. Çalan kapının sesi duyuldu, nedensiz
ölüm sessizliği olan evde. Niye sevinmiyorlardı ki? İşte
istedikleri olmuştu. Artık bir yük değildi. Çalışabilir,
kendine bakabilirdi. Amcasının sesi duyuldu içeriden, “Robot
adam nerede?”. Tek bir kez bile hastaneye ziyaretine gelmemişti ve
ilk cümlesi buydu. İçini derin bir öfkenin kapladığını
hissetti. “Gelsene lan buraya, bak amcan geldi” diyen babasının
sesini duydu. Hızla ayağa kalktı. Oraya gitmeliydi. Aksi halde
hepsi yanına gelirdi. Eskiden de sinirlenirdi. Bu hissi biliyordu.
Binlerce kez yükselip gelmişti. Binlerce kez hiçbir şey yapmadan
bakışlarını kaçırmakla yetinmişti. Binlerce kez tavana
bakmıştı. Kapının koluna uzanıp durdu. Derin bir nefes alıp
sakin kalmaya çalıştı. O sırada tuhaf bir şey oldu. Kapının
kolunun elinde ezildiğini hissetti. İçi boş demir sap eğri büğrü
olmuştu. Elini gevşetip şaşkınlık içinde kola baktı. Bu kadar
güçlü müydü gerçekten, yoksa o kol hep öyle miydi?

“Kime diyorum. Gelsene
ulan buraya, amcan geldi”

Babasının sesi onu
kendine getirdi. Artık sinirli değil şaşkındı. Kapıyı açıp
yanlarına gitti. Kuzeni de gelmişti. Babası gibi şişman,
bıyıklı, sürekli tuhaf tuhaf gülen kuzeni. Gece boyu onları
dinlemek zorunda kaldı. Ve bir sirk maymunu gibi gösteri yapmak…
Hepsi aşağılıktılar ama şu an bunu düşünemiyordu. Aklındaki
tek şey ezilen kapının koluydu. Gerçekten o kadar güçlü müydü?

Gece nihayetlenip
odasına çekildiğinde uyumadı. Anne ve babasının uyumasını
bekledi sessizce. İçi içine sığmıyordu. Onların yattığından
emin olunca. Kendini denemeye başladı. Her seferinde yaptıklarına
inanamıyordu. Sadece kapının kolu değil eski yatağının tahta
bacağı bile gücüne dayanamayıp çatlamıştı. Kırılacağından
korkup durmasaydı paramparça olabilirdi tahta bacak. Merakla yatağı
yerinden kaldırmayı denediğinde pek bir şey hissetmedi. Tek
eliyle bile rahatça kaldırıyordu. Doktorların bunu hesaba
katmadığından emindi. Bir hata yapmışlardı. Çok güzel ve
eşsiz bir hata. Sevincinden bağırmamak çok çabaladı. Sabahı
zor etti. Aklına gelen, denemek istediği bir sürü şey vardı.
Anne ve babası kalkar kalkmaz dışarı çıktı. Ne o nereye
gittiğini söyledi, ne de onlar bunu sordu. Zaten şehrin dışında
olduklarından gözden ırak bir yere gitmekte pek güçlük çekmedi.
Kimsenin onu görmediğinden emin olunca aklına gelen her şeyi
denedi. Yapabildikleri hayret vericiydi. İnanılmayacak bir hızla
istediği kadar koşabiliyor, zıplayabiliyor, bir vinçle zor
kaldırılabilecek ağırlıkları kolayla taşıyabiliyor, bir şeyi
sıkarak ezebiliyordu. O artık bir insan değil, insan üstü bir
varlıktı. Yıllarca bunun için hazırlandığını hissetti.
Çektiği onca acı bu noktaya gelmesini sağlamıştı. Eve dönerken
süper bir varlık olduğundan emindi artık. Hiç kimse ya da hiçbir
şey onu durduramazdı.

Mahalleye geldiğinde
güneş batmak üzereydi. Her fakir mahallede olduğu gibi onlarca
çocuk sokaklarda oyun oynuyor, omuzları düşmüş yorgun insanlar,
yaşayan ölüler gibi bağrışan çocukların arasından geçip
gidiyordu. Kimseye aldırmadı. Artık zaman onun için dönüyordu.
Köşeyi dönecekken arkasından bir ses duydu,

“Bizimki taytaya
çıkmış lan baksanıza”

Gülüşmeleri duydu
ardından. Sesin sahibini tanıyordu., kuzeniydi. Eski alışkanlığıyla
bakışlarını yere indirip durdu. Böyle şeyler duymaya alışıktı.
Çocukluğundan beri ya onu gösterip gülüşmüşler ya da böyle
tuhaf şeyler söylemişlerdi. Sonra aniden beyninde bir şimşek
çaktı ve hızla geri döndü. Kuzeni ve iki arkadaşı
dükkanlarının önündeki taburelerde oturuyordu. Onun üstlerine
geldiğini görünce sadece gülmeye devam ettiler. Onlar için
zararsız bir böcekten başka şey değildi. En azından onlar öyle
zannediyorlardı. Yanlarına gelince duraksamadan kuzeninin
arkadaşlarından birini kolundan tutup fırlattı. Adam birkaç
metre havada süzüldükten sonra yere düşerken diğerini duvara
doğru itti. Tıpkı bir et çuvalının duvara çarpması gibi bir
ses duyuldu. Kuzeni kocaman açılmış gözleriyle ona bakıyordu.

“Artık sıra bende”
diye fısıldadı.

Kuzeni bir şeyler
söylemek istedi ama ne dinlemek istiyordu ne de duymak. Elini
omzunun üstüne koyup sıkmaya başladı. Kırılan kemiklerin
sesine kuzeninin çığlıkları eşlik ederken, “Umarım yeterince
eğlenmişsindir” dedi büyük bir zevkle. Hissettiği şeyi
anlatmaya imkan yoktu. Bugüne kadar böyle derin bir zevk
hissetmemişti. Kuzeni yaralı hayvanlar gibi yerde debelenip
bağırırken arkasını dönüp ıslık çalarak evin yolunu tuttu.
Orada bulunan herkes yolundan kaçıyor, büyük bir hayret ve
sessizlikle ona bakıyordu. Hepsinin üstünde olduğunu hissetti.
İlk kez ve derinden. Yaşadığı en gerçek his.

Eve gelene kadar
neşesinden bir şey kaybetmedi. Karnı açtı ve sabahtan beri
hiçbir şey yememişti. İçeri girer girmez mutfağa girip ne
bulduysa yemeye başladı. Nedense evde kimse yoktu. Birilerinin
olmasına o kadar alışmıştı ki doğrusu bu boşluk biraz tuhaf
geldi. Yemeğini bitirip mutfaktan çıkıyordu ki kapıdaki sesleri
duydu. Amcasının bağırtısı mahalleyi ayağa kaldırıyordu.

“Geldi aşağılık
köpek” diye fısıldadı.

Bunu tahmin etmişti.
Yüzünde bir tebessüm belirdi. Kapı büyük bir gürültüyle
açılıp amcası ve babası içeri girdi. Amcasının elinde bir
sopa vardı. Anlaşılan oğluna yapılan şeyin cezasını kendi
elleriyle vermeye gelmişti. Yüzündeki tebessüm büyüdü. Her şey
ağır çekimde oluyor gibiydi. O sırada babasıyla göz göze
geldi. Yüzündeki nefret ve kızgınlığı anlatmaya imkan yoktu.
Neden b kadar öfke doluydu ki ona karşı?

“Hep seninle mi
uğraşacağım it oğlu it. Başımın belası mısın sen” diye
bağırdı babası. Ağzından tükürükler saçıyordu. Ne bir
açıklama, ne de bir savunma istemişti. Amcası olduğu yerde
duruyordu. Annesinin içeri girdiğini gördü, “Yeter Allah belanı
versin senin. Bıktım usandım artık” diye haykırdı o da.
“Yıllarca sırtımda taşıdım şimdi de bununla mı uğraşacağım”
dedi ve ağlamaya başladı. Bıkkınlığı iç yaralayıcıydı.
Bir an her şeyden silinip, neden bu kadar ondan nefret ettiklerini
düşündü. Babasının tokadı yüzünde patlayana dek nerede
olduğunu bile unutmuştu. Büyük bir hışımla ona dönerken
amcasının elindeki sopa omzuna indi. Korkunç bir acı beynine
çarparken amcasının bağırtısını duydu,

“Oğlumu da kendime mi
benzeteceksin sakat piç”

“Sakın” derken
amcasının kolunu tutup, yüzünden yakaladı, “Sakın bir daha
bana küfretme”

Kırılan kemikleri
hissetmek ve onların sesini duymak büyük bir zevk verdi o an.
Amcasının yüzü parçalanırken etrafa kanlar saçılıyordu.
Amcası boğazına dolan kanlar yüzünden hırıltıya benzer sesler
çıkarırken babasının yumruğu yüzünde patladı. Amcasını
bıraktığında adamın kafatası neredeyse paramparça olmuştu.
Hızla babasına dönüp boğazından yakaladı. Hiç kimseye ve hiç
bir şeye ihtiyacı yoktu. Yıllar boyu hissettiği öfke açığa
çıkarken babasını tavana fırlattı. Kırılan boynunun sesi,
ömrünün geri kalan kısacık bölümünü nasıl yaşayacağının
habercisiydi. Annesinin üzerine saldırdığını görünce onu
yakaladı. İstese onu da oracıkta öldürebilirdi. Ancak acıdı.
Her zaman acımıştı. Ve bir sürü şeyiyle uğraşmıştı. Dünya
üzerinde hiç kimsenin uğraşmadığı kadar hem de. Durdu. Annesi
beddualar ediyor, küfürler savuruyordu. Hiçbir şey yapmadı. Onu
bırakıp kapıya yöneldi. Geride annesinin ağlama sesinden başka
bir ses yoktu. Kapıdan dışarı çıkarken ilk defa özgür
olduğunu hissetti. Kimse bunu elinden alamazdı. Polisler,
yargıçlar, devlet… hiç kimse bunu elinden alamazdı. Bugüne
kadar cezasını yeterince çekmişti. Bacaklarına yüklenip
zıpladı. Yerden onlarca metre yükselip caddenin karşısındaki
binanın çatısına inerken, uzaktan gelen siren seslerini duydu.
Artık burada kalamazdı. Kimsenin olmadığı ve kimsenin ona
ulaşamayacağı bir yere gidecekti. O artık özgürdü…

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir