Yağmur, Sorular ve Cevaplar

Yağmurun
yağmaması gerekiyordu. Şöyle demişti hava durumunu anons eden
spiker. “Bugün hava parçalı bulutlu ve sıcaklık mevsim
normallerinin üzerinde…”. Dışarıdaki hava ise bunu duymuş da
tersini yapmak için uğraşıyor gibiydi. Soğuk rüzgar bedenini
yalayarak geçti. Şu an havanın ne durumda olduğunu fark edecek
durumda değildi. Adımları giderek ağırlaşırken yeniden
ağlamaya başladı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur göz
yaşlarını perdelese de yüzünden dökülen mutsuzluğu
gizleyemiyordu. Siyah şemsiyesi altında ağır ağır yürüyen
yaşlı adam son derece kibar bir ses tonuyla, “Kızım iyi misin?”
diye sordu. “Değilim” diye haykırmak geldi içinden ama
yapamadı. Tek isteği oturup ağlamak, ağlamak ve ağlamaktı. Bir
şeyler söylemek ister gibi yaşlı adamın gözlerinin içine baktı
ama kelimeler diline ulaşmadı. Başını önüne eğerek koşmaya
başladı. İnsanlar fırtına ve yağmurdan kaçmak için
çabalarken, o kendinden kaçmaya çalışıyordu. Her şey yirmi
yedi yıl önce başlamıştı. “Bir Mayıs akşamı katıldın
aramıza” demişti annesi. Baharın kızıydı, her zaman bununla
övünmüştü. Burcunu okumuştu yıllarca, öyle olmuştu. Eksiksiz
ve tam bir Boğa kadınıydı. Sevgilileri öyle demişti, kendisi
öyle inanmıştı. Geçen yıl, tam olarak bu vakitlerde annesi ve
babasını ziyaret için evine gelmişti. İyi bir işi vardı şehir
dışında. Her zaman başarılı bir öğrenci olmuş ve okulun
ardından çok iyi bir pozisyonda işe başlamıştı. Geç kalkmıştı
o sabah. Arkadaşları ile beraber yemeğe gitmişlerdi. Uzun
zamandır görmediği eski arkadaşları. Anne ve babası yoktu.
Arada bir karı koca yürüyüşe çıkarlardı. Nereden ve nasıl
aklına geldiyse tavan arasındaki eski fotoğraflara bakmaya karar
vermişti. Bazen eskilere özlem duyar insan. Öyle bir histi belki
bunu sağlayan. Kutular dolusu fotoğraf. Sonra hiç nedensiz eski
bir kutu gözüne ilişti. O lanet olası kutuyu açmasa… ama
açmıştı bir kere. Bir belge, bir belge daha… Evlatlık belgesi,
resmi yazılar. Anne ve babasının fotoğrafları olan başka bir
belge. Koca bir yalan içinde yaşadığınızı hissetmişsinizdir
belki. O ise bunu yaşıyordu.
Hikaye
böyle başlamıştı. Sonra göz yaşı, bir sürü soru, kavgalar,
özürler… bir sürü şey işte. Ve tüm bunların ardından gelen
merak. “Ben gerçekte kimin çocuğuyum?”. İlk zamanlar o kadar
da kuvvetli gelmemişti bu soru. Büyük bir kovaya damlatılan
mürekkep gibi ağır ağır yayıldı. Bir süre sonra tek merak
ettiği şey bu olmuştu. Ben kimin çocuğuyum? Anne ve babası ki
ne olursa olsun hep öyle kalacaklardı, bu merakını teskin
edebilmek için ellerinden geleni yaptılar. O da çok uğraştı.
Bir sürü insan, bir sürü belge, bir sürü yol ama sonunda
istediğini elde etti. Buse’ydi biyolojik annesinin ismi. Tuhaf şey,
birileri sizi terk edince adının Ayşe ya da Fatma olmasını
bekliyorsunuz nedense. Bu isme alışması zor oldu. Anne ve babası
ile konuştu, düşündü, arkadaşlarına sordu ve sonunda Buse
denen kadına gitmeye karar verdi. İlk soru öğrenilmiş ve şimdi
onu yeyip bitiren başka bir soruya evrilmişti: Bunu neden yaptı?
Buse’nin yanına gitmeden önce bir şeyler içti. Hiç içmezdi
oysa. Sakin kalmaya ihtiyacı vardı, bir şeylerin ona cesaret
vermesine. Alkol istediği o sahte cesareti verdi ama. Köhne eski
bir ev… tam aksine iyi bir muhitti. Birinin yanında yardımcı..
değildi, aksine kapıyı bir hizmetli açtı. Neden o zaman? Neden?
Sonradan zengin olmuş ve çok istemesine rağmen kızına
ulaşamamıştı… ne yazık ki öyle değildi. Buse ile konuşmuştu.
Son derece zarif ve kibar bir kadın. Neden?
Ayakkabısının
topuğu kırılınca dengesini kaybederek yuvarlandı. Tüm bunlar o
lanet fikrin gelmesiyle başlamıştı. “Eski fotoğraflara bak”.
Hemen yanında duran duvardan destek alarak ayağa kalktı. Yaşadığı
şeyi hak edecek hiçbir şey yapmamıştı. Bile bile hiç kimsenin
kalbini kırmamıştı. İnandığı her şey… lanet olsun, o çok
övündüğü burcu bile gerçek değildi. Neden olduğunu kendisi de
bilmese de en çok buna ağlamaya başladı. Yirmi yedi yıllık koca
bir yalandı. Rüzgar arkasındaki bahçeyi kaplayan ağaçların
arasından geçip ensesine patladı. Yağmur durmuş, yerini koca
şehrin tüm seslerini bastıran yıldırım ve şimşeklere
bırakmıştı. Eve gidip annesine sarılmalıydı. Şu an başka
hiçbir şey onu sakinleştiremezdi.
“Bilmiyorum,
bir nedeni yok. Sadece yok gençtim ve yaşamak istiyordum. Senin
varlığın buna engeldi. Bunu anlamaya çalışmalısın. Eğer seni
vermemiş olsaydım hem sen, hem de ben mutsuz olacaktık. Hepsi
bu… bir şey içer misin, bu arada sormayı unuttum”
Bir
şey içer misin?
Bir
şey içer misin?
Bir
şey içer misin?
Bu
soru zihninde yankılanıp duruyordu. Bunca yıl sonra…!? Başka
bir şey söylemesi gerekirmiş gibi geliyordu. Acıklı bir şey,
kötü bir şey, makul bir şey.
Bir
şey içer misin?
Eve
gidip annesine sarılmalıydı. Bu lanet hikayenin parçası olmak
istemiyordu. Ne de o aşağılık fahişenin. “Yine uğra”
demişti evden çıkarken. Yine uğra…
Bir
şey içer misin?
Yakınlarda
bir yere yıldırım düştü o sırada. Ses kulakları yırtarcasına
geldi ardından. Bu habis karanlığın içinden onu çıkarmak ister
gibi hemen peşinden bir şimşek bulutlar arasından koşturarak
ışıklar saçtı. Eve gitmeliydi ve şu lanet olası ağlamasına
bir son vermeliydi.
Bir
şey içer misin?

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir