Teşhis (5. Bölüm)

Uyku, artık gelmeyen eski bir anı gibi. Yatmak için değil, sadece
dinlenmek için kullandığı, geride kalan tek eşyası olan
yatağının üzerinde. Gündüzler gecelere, geceler gündüzlere
karışıyor. Vakit anlamsız, sadece akıp giden nehir. Hastalığın
ilerlediğini hissediyor günlerdir. Yeni bir kriz gelmek üzere. Her
an ve her yerde olabilir. Sırt üstü uzandığı yatağında sokak
lambasından yansıyan ışığın tavanda ortaya çıkardığı
anlamsız şekillere bakıyor. Bunu hak edecek bir şeyler yaptı
eskiden. Öyle olmalı en azından. Sebepsiz yere başına gelmiş
olamaz. Sebepsiz yere? Bir sebebi olması gerekiyor mu gerçekten?
Keşke tavandaki şekillerin bir anlamı olsaydı… ama yok. Onlarca
insana yardım etti günlerdir. Akıp giden zamanın içinde bir
şeylerin yönünü değiştirdi. Peki böyle bir yeteneğin
verilmesini hak edecek ne yaptı? Bir sebebi olmalı… bir sebep.
Araba geçiyor, yaşlı ve içkili bir adam kullanıyor. Üç gün
sonra merdivenden düşüp ölecek. Tavandaki şekiller değişiyor.
Yine hiçbir şeye benzemiyorlar. Azıcık uyusa. Aç olduğunu
hissediyor. En son ne zaman yemek yedi ki? Ne kadar saat geçti
üstünden? Sadece akıp gidiyor zaman, hepsi o.
Kısa süre gözleri
kapandı. Bir ağaç için hiç, bir kelebek için uzun süre.
Gözlerini açtığında aynı anlamsız şekiller tavandaydı. Bazen
istemeden çok uzaktaki düşünceleri okuyordu. Pahalı evinin üst
katındaki odasında, orta yaşlı adam çektiği görüntüleri
izliyordu. Oyun parkındaki çocuklar. İçlerinden birini gözüne
kestirmişti. Adamın düşünceleri aktı istemeden zihnine. Midesi
bulandı. Çok az uyumuştu, karnı açtı. Nasıl olup da daha önce
bu herifi hissedemediği için kendine kızdı. Adam odasında güven
içinde. Pahalı ve ince zevkle döşenmiş evinde. Daha önce üç
çocuk. Şehir dışında bir yerlere gömmüştü. Hepsini tek tek
gördü. Hiçbir şeyin sebebi olmayabilirdi ama bir karşılığı
muhakkak olmalıydı.
Penceresini patlatıp
odasına girdiğinde bilgisayar karşısındaki adam korkudan altına
kaçırdı. Kendine gelir gelmez ilk yaptığı şey bilgisayarı
kapatmaya çalışmak oldu. Can odanın ortasında, yerden birkaç
karış yukarıda havada duruyordu. Karşısındaki adam ekranını
kapatmayı başardığı bilgisayarın gerisinde bir şeyler
anlatıyor. Ne kadar acı çekmesi gerekli? İşte bu önemli bir
soru. Kelimeler akıyor havada, adam bir şeyler söylüyor. Anlamsız
sesler. Bacaklarının kemikleri kırılırken gevelediği
kelimelerin yerini çığlıklar alıyor. Şimdi daha anlamlı çıkan
sesler. Sabah, saat beş on yedi. Kollarını koparmaya karar
veriyor. Üç çocuk cesedi karanlık topraklarda yatıyor. Önce sağ
kol, onunla yazıyor. Saat beş on sekiz, odanın zemininde kanlar
akıyor. Beklediği kriz gelmek üzere. Ensesinin uyuştuğunu
hissediyor. Henüz yeterinde acı verdiği kanaatinde değil.
Bayılmaması gerekiyor. İkinci kol kopuyor. Bu kez çığlık sesi
yok, iniltiye benzer tuhaf bir ses. Kan duvardaki pahalı tablonun
üstüne sıçrıyor. Saat beş yirmi, Can acıdan kendinden geçip
ipek halının üstüne yığılıyor. Çığlıklar ve ses evdeki
hizmetçileri uyandırmış. Beş yirmi üç, kolları kopan adam
ölüyor. Beş otuz altı, dışarıda ambulans ve siren sesleri.
Gözünü açtığında
o güne kadar görmediği kadar güzel bir yüz karşılıyor Can’ı.
İnsanın içini mutlulukla dolduracak kadar güzel bir yüz. Bir an
ölmüş olabileceğini düşünüyor. Her şeyin bitmiş olduğu
hissi. Fakat korku dolu gözlerle ona bakıyor hemşire. Ölmediğini
anlaması için yeterli bu kadarı.
Enerjisini
toparlayıp zar zor “Neredeyim?” diye sordu.
“Hasta uyandı!”
diye bağırıp koşarak odadan çıktı hemşire.
Kısa süre sonra
birkaç doktor ve polis. Burada ne işleri olabilir ki? Polislerin
gelmesi için bir sebep yoktu. O kadar yorgun hissediyordu ki doğru
düzgün düşünemiyordu bile.
İçeri giren
polislerden yaşlı olanı sakin bir ses tonuyla, “Beyefendi
cinayet şüphesi ile tutuklu olduğunuzu belirtmek istiyorum.
Kendinizi toparlar toparlamaz sizi cezaevine götüreceğiz” dedi.
Polisin gözlerinin
içine bakıp ne söylemesi gerektiğini düşündü. Üç çocuğu
öldüren ve bir diğerini öldürmeye hazırlanan birini yer
yüzünden kaldırdığı için tutuklanmak mı? Polis mesaini
bitirip eve gitmeyi hayal ediyordu. Birinin öldürülüp
öldürülmemesi umurunda bile değildi. Ne söylemesi gerektiğini
düşündü. Gerçekten çok yorgundu. Biraz uyuduktan sonra belki…
evet öylesi daha mantıklı olacaktı. Tutuklanmasını gerektirecek
bir şey yapmamıştı. Yanlış bir şey yapmamıştı. Fakat önce
dinlenmesi lazımdı.
“Peki” dedi zar
zor duyulur bir sesle. “Gideriz… eğer ben izin verirsem”

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir